İngiltere’nin “belediye konutları devrimi” vaadi, geçmişin sosyal konut politikalarına dönüşü işaret ederken, barınma krizine karşı köklü bir çözüm arayışı olarak umut veriyor. Ancak Rowan Moore’un The Guardian için kaleme aldığı yazısında vurguladığı gibi, bu dönüşüm için ilham kaynağı olarak başka ülkelerin deneyimlerine bakmak kritik bir önem taşıyor.
Moore, özellikle Viyana’nın sosyal konut politikalarını ve Barselona’nın yenilikçi yaklaşımlarını örnek gösteriyor. Bu iki şehir, sosyal konut geliştirme alanında “deney yapmaya olan isteklilik” olarak tanımlanan bir cesaretle ön plana çıkıyor.
Viyana, sosyal konut politikalarında uzun yıllardır sürdürülebilirliği, toplumsal adaleti ve yüksek yaşam kalitesini birleştiren başarılı bir modele sahip. Belediye destekli konut projelerinde hem estetik hem de işlevsellik açısından standartları belirleyen bir şehir.
Öte yandan, Barselona’nın toplu konut projelerinde katılımcı tasarım süreçleri ve toplumsal ihtiyaçlara duyarlılık ön planda. Moore’un, bu örneklerin İngiltere’nin konut politikalarına taşınabileceğini söylemesi, yalnızca mimari değil, politika yapımı açısından da bir kültürlerarası öğrenme çağrısı gibi görünüyor.
Türkiye’ye dönecek olursak, bu tür bir “ilham alma” fikrini bizim mimarlık ve kentsel tasarım ortamımıza uyarlamak neden bu kadar zor görünüyor?
Türkiye’de de barınma krizinin çeşitli boyutları yıllardır tartışılıyor, ancak bu konuda etkili ve yenilikçi çözümler üretildiğini söylemek güç. İhtiyacımız olan şey, yalnızca konut üretimini artırmak değil; aynı zamanda nitelikli, erişilebilir ve sürdürülebilir mekanlar yaratmak.
Bugün Türkiye’de sosyal konut projeleri genelde tekdüze, kent dokusuna ve toplumsal yaşama yabancı bir mimari anlayışla inşa ediliyor. Örneğin, TOKİ projeleri, niceliksel hedeflere ulaşmayı önceliklendirirken, mimari kalite ve kent yaşamına entegrasyon açısından eleştiriliyor. Oysa Viyana gibi şehirlerden öğrenebileceğimiz çok şey var.
Sosyal konut projelerinde estetikten ödün vermeden, farklı gelir gruplarını bir araya getiren kapsayıcı tasarımlar oluşturmak mümkün. Barselona örneğinde olduğu gibi, yerel halkı tasarım süreçlerine dahil eden bir yaklaşım benimsenebilir ve bu, yalnızca fiziksel çevrenin değil, aynı zamanda toplumsal bağların güçlenmesine de katkı sağlar.
Türkiye’deki mimarlık ortamının iyileştirilmesi, yalnızca bireysel tasarımcıların veya mimarların değil, aynı zamanda kamu kurumlarının, yerel yönetimlerin ve özel sektörün de bir araya gelerek ortak çözümler üretmesiyle mümkün olabilir.
Rowan Moore’un vurguladığı “deney yapma isteği” tam da burada önem kazanıyor..
Mimarlık yalnızca geçmişteki alışkanlıklarla değil, geleceğe dair cesur vizyonlarla ilerleyebilir. Bu, hem mevcut politikaların yeniden düşünülmesini hem de mimarlık okullarından çıkacak yeni nesil tasarımcıların daha özgür ve yenilikçi bir anlayışla yetişmesini gerektirir.
Son olarak, Türkiye’deki belediyeler için Viyana modeline benzer bir “toplumsal sorumluluk” yaklaşımı benimsemek oldukça etkili bir başlangıç noktası olabilir. Barınma, yalnızca bir konut meselesi değil; toplumsal adaletin, kentleşmenin ve mimarlığın kesişim noktasıdır. Bu tür bir anlayışla hareket edildiğinde, belki biz de bir gün “Türkiye’nin Viyana’sı” veya “Barselona’sı” diyebileceğimiz örnek projelerle övünebiliriz. Ancak bu, yalnızca kaynakları artırmakla değil; vizyonu genişletmekle mümkün.
Kısacası, mimarlık ortamımızı iyileştirmek için bir devrim gerekliyse, bu devrimin ilk adımı, başka yerlerdeki iyi örnekleri eleştirel bir gözle incelemek ve kendi bağlamımıza uygun şekilde yeniden yorumlamaktan geçiyor.
Bu noktada, belki de İngiltere’nin, Türkiye’nin ve dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, devrim kelimesini hak eden bir barınma politikası oluşturmanın tam zamanı.